Bu icat konusuna kaç kere değindim sayısını unuttum. En son geçen hafta ‘inovasyon’ konusuna değinirken araştırma enstitülerinden konu açmış, inovasyonun bir tanımı bile yokken nasıl yapılır filan gibi konularda şaşılacak kadar çok yayın ve konuşma olduğunu da yazmıştım. Bir okurum nezaket göstermiş ve Oslo kılavuzunu hatırlatmış. Kılavuz; inovasyonun ‘Değer yaratan yenilik anlamına geldiğini, ürün, hizmet, süreç, pazarlama yöntemi, örgüt yönetim biçimi, iş modeli gibi alanlarda gerçekleştiğini, bir yeniliğin İnovasyon olarak adlandırılması için kullanımda olması gerektiğini, başarılı olmasının şart olmadığını, kullanımda olmasının yeteceğini’ söylüyor. Benim değinmek istediğim konu başkaydı. Değinmek istediğim şey bir olumsuz olgu ve bu olumsuzluğu bertaraf etmek için ne yapmamız gerektiğiydi. Olumsuz olgu şu: Kim ne derse desin bizim Dünya’da ses getiren bir inovasyonumuz yok. Varsa da benim haberim yok. Cehaletime verin. Bunun nedeni kültür, beyinsizlik, araştırma alışkanlığımızın olmaması, cesaretsizlik falan olamaz. Başka bazı nedenler de sık ileri sürülüyor. Başta girişim ve bununda ötesinde uluslararası pazarlarda iş görmek için gereken işletme sermayesini bulmanın zorluğu geliyor. Doğrudur. Ama, tek sorun bu değil.
Önemli yenilikler, buluşlar, genellikle bir ‘meraklının’ merakı ve ‘kutu dışında düşünmesi’ sonucu ortaya çıkıyor. Bir yeniliğin bulunup onun insanların hayatını şu veya bu şekilde etkileyecek hale gelmesindeki sürecin her safhasında bu böyle. Bunu bilmek için allame olmak gerekmez. Söz gelimi, Danimarkalı astronom Olaus Roemer, 1676 yılında, Jüpiter’in aylarını izlerken bir şeyin farkına varıyor. Bu gezegenin ayının dünya Jüpiter’den uzakken Jüpiter’in arkasında kaybolmasıyla yeniden gözükmesi arasında geçen zaman dünya Jüpiter’e yakınken ki zamandan yedi dakika daha uzun sürüyor. Roemer “İlginç” demiyor, “Jüpiter’in aylarının hızları değişiyor” demiyor, “İsa hazretleri bilir” demiyor. “Görüntünün benim gözlerime ulaşması, görüntü uzaksa daha fazla vakit alıyor. Demek ki görüntünün bir hızı var” diyerek ışığın hızını buluyor.
Ancak, inovasyon sırf merak ve kutu dışı düşünmeyle de olmuyor. Bir veya birden fazla akıllı insanın pahalı laboratuvarlarda, yaptıkları araştırmalarla da olmuyor. İnovasyonların literatürde çok tartışılmayan bazı özellikleri var. Birincisi, her inovasyon yapılır yapılmaz ‘kullanıma’ girmiyor ve ikincisi her inovasyon ille de bir şeyde, bir yerde kullanılsın diye yapılmadığı gibi sonunda kullanıldığı şey veya yer de bambaşka olabiliyor. Çoğu kez birbirinin üstüne inşa edilen bilgiyle, bazen rastlantılar bazen de bilinçli sentezler yoluyla oluyor. Bu sentezlemeler eskiden bir kaç nesil alacak kadar uzun sürebiliyordu. İki örneğe bakalım.
1905 yılında İngiliz fizyolog John Sydney Edkins mide suyunun salgılanmasını uyaran ve mideden salgılanan peptit hormonlarının varlığını iddia ediyor ve buna gastrin hormonu diyor. Aradan altmış yıl geçiyor. 1964 yılında Liverpool Üniversitesi’nden Roderic Alfred Gregory gastrin hormonunu izole ediyor ve kimyasal yapısını açıklıyor. Bir yıl sonra G.D. Searle & Company şirketinde çalışan kimyager James M. Schlatter ülser ilaçlarının değerlendirilmesi için kullanılmak üzere yaptığı çalışmalarda ihtiyacı olan gastrini üretmek için bir ara madde olarak bir bileşim sentezliyor. Laboratuvarındaki bir kağıt parçasına bulaşan bu madde kağıdı kaldırırken eline bulaşıyor. Schlatter bir kimyagerin asla yapmaması gereken bir şey yapıyor ve parmağını yalıyor. Farkına varıyor ki madde şeker gibi! Bunu sonraları General Foods şirketinde çalışan Torunn Atteraas Garin’le beraber aspartame adı altında suni tatlandırıcı olarak geliştiriyorlar. Yirmi yıl sonra Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) aspartamenin içecekler, fırın ürünleri ve şekerlemelerde kullanımına izin veriyor. 1996 yılında da kullanımını tamamen serbest bırakıyor. Günümüzde aspartame Equal, NutraSweet, and Canderel gibi isimler altında 6,000’den fazla üründe kullanılıyor. Bu bir inovasyonun doksan yıllık tarihçesi1. Bir rastlantı ve kullanıma geçişteki uzun yolculuk. Yani ne icat ederseniz edin bunun kullanıma geçmesi bazen nesiller boyu sürüyor. İnovasyon bir sabır işi. Bu kötü haber. İyi haber ise günümüzde bu süre daha hızlı.
Doktora çalışmalarım için ABD’ye gittiğim 1972 yılında süpermarketlerde Proctor&Gamble (P&G) şirketinin Crisco2 diye bir margarini çok satılırdı. Kargadan başka kuş, zeytinyağı, tereyağı ve iç-kuyruk yağından başka yağ bilmeyenlere margarin bakın nasıl geldi. 1823 yılında Alman kimyacı Johann Wolfgang Döbereiner yine Alman Fürstenberger’in 1880’lerden kalma bir buluşundan yararlanarak bir lamba icat ediyor. Lamba çinko ve sülfrik asit etkileşiminden hidrojen gazını platin tozuna emdiriyor ve bunun oksijenle birleşmesi sonucu oluşan yanma ışık veriyor. 1897 yılında sabun imalatı konusunda araştırmalar yapan Amerikalı James Boyce’ın çalışmalarından ve Döbereiner’in hidrojen fenerinden yararlanan Fransız Paul Sabatier nikelin gazlara hidrojen moleküllerinin eklenmesindeki katalizör rolünü keşfediyor. Bu buluşları kullanan Alman Wilhem Norman 1902 ve 1903 yılında Almanya ve İngiltere’de likit yağlara hidrojen moleküllerinin eklenmesi konusunda patentler alıyor. 1911 yılında Procter&Gamble şirketi (P&G) Norman’ın patentini sabun yapmak için satın almakla beraber onunla pamuk tohumu yağını hidrojenize eden iki süreç bulup bunlar için patent alan kimyager Edwin C. Kayser’i işe alıyor. Ve kristalize pamuk tohumu yağı CRİSCO (crystallized cottonseed oil) doğuyor. Bizde ise 1952 yılında Hollanda merkezli margarin üreticisi Margarine Unie ile İngiliz sabun şirketi Lever Brothers’ın adlarından alınan ismiyle Unilever Türkiye’de margarin üretimine başlıyor. Sizin anlayacağınız hidrojenize likit yağların ABD’ye girişi 1911, Türkiye’ye girişi 1952.
Ancak, sofralardaki yağın hikayesinin başlangıç tarihi 1823. Alman Döbereiner; Alman Fürstenberger’den, ondan Amerikalı Boyce, ondan da Fransız Sabatier alıyor. Sabatier’den de Alman Norman alınca ‘icat’ bir şekilde Almanya’ya dönüyor ama orada kalmıyor Amerikalı Kayser sayesinde işin kaymağını ABD’de P&G yiyor. Bizde de Hollanda ve İngiliz ortaklığı Unilever.3 Yani bir buluş bir başka buluşun üstüne inşa ediliyor. İnovasyon hemen her zaman başka başka yerlerde, değişik amaçlarla yapılan çalışmalara dayanan bir birikim sonucu. Bu da bir akıllı istihbarat işi. Bu kötü haber. İyi haber ise günümüzde bu istihbarat çok daha kolay.
Hasıl-ı kelam hülasayı meram eğer inovasyon yapacaksak konuya göreceli olarak uzun vadeli yaklaşmamız ve duvar inşa eder gibi tuğlayı tuğlanın üstüne koymamız gerekiyor. Ne kadar Ar-Ge teşviki dağıtırsanız dağıtın şirketlerden bu tür bir sabır ve bilgi birikimi beklemenin gerçekçi, doğru ve haklı olmadığı kanaatindeyim. Beyaz önlüklü insanların laboratuvarlarda yaptıkları çalışmalarla dünya çapında iş çıkaracağız diye beklersek daha çok bekleriz. İşimiz şansa ve tesadüflere kalır.
Peki ne yapacağız? Nasıl yapmalıyız? Onu da sonra konuşuruz.
Sağlıcakla kalın
***
(1) Asparteme’nin insan sağlığı üzerindeki olası olumsuz etkilerine burada konu dışı kaldığı için girmiyorum.
(2) Yer darlığından P&G’nin bu çok ilginç hikayesini burada kısa kesiyorum. Meraklı okurların http://lipidlibrary.aocs.org/History/content.cfm?ItemNumber=39268 Web adresinden bu hikayeyi okumalarını öneririm.
(3) Hidrojenize yağların zararları hakkındaki literatüre de konu dışı kaldığı için girmiyorum.